10 YAŞINDA YETİM KALAN GAZETECİ BABASINI YAZDI!
"Yıllarca 'baba' kelimesini ağzıma alamadım... Zira 'baba' diyecek olursam, daha ilk hecede sesimin boğulacağını ve hıçkırarak ağlamaya başlayacağımı sanırdım."
Farklı meslekten, başka kuşaklardan 56 kadın ’babasını’ yazdı; ortaya hem benzemez, hem neredeyse aynı portreler çıktı. ’Kızlar ve Babaları’ adlı kitaptan iç acıtan, tebessüm ettiren hatıralar... İşte Radikal’deki babalar günü özel haberi...
BİR ÇOCUK 10 YAŞINDA ÖKSÜZ KALINCA...
Mehveş Evin (Gazeteci)
Net olarak hatırladığım, yıllarca ’baba’ kelimesini ağzıma alamayışım... Zira ’baba’ diyecek olursam, daha ilk hecede sesimin boğulacağını ve hıçkırarak ağlamaya başlayacağımı sanırdım. Babası hayatta olanlara karşı içten içe öfke duydum, kıskandım. Zamanla acı ve öfke hafifledi, kabullendim... Yas tutabildim mi? Sanmıyorum. Bunu hiçbir zaman beceremedim. Bir çocuk, 10 yaşında öksüz kalınca, ne yazık ki babasıyla ilgili anıları da pek kısıtlı ve bölük pörçük oluyor. Benim için de maalesef böyle. Üstelik büyükler, küçükleri üzmemek için konuyu açmaya çekindiklerinden babam hakkındaki bildiklerim zaman içinde iyice flulaştı.
DOĞRU BİLDİĞİNİ YAPTIN, İYİ DE YAPTIN...
Sevim Gözay (Gazeteci)
Şimdiki kız babaları gibi değildin sen. Var ya işte klasik; uykuda saç okşayan, başucunda gözyaşı döken, her nazını çeken, ne yaparsa yapsın kızamayan… Sen hep kızardın. Ya da biz hep kızdırırdık. Biraz büyüyünce ben de sana kızmaya başladım. Sürpriz oldu galiba biraz sana. Ama mukadderat. Sana çekmişim ne yapayım. Hep iyi yanlarını alacak halim yok. Sarı inadını da aynen kopyalamışım. Dünyanın en mavi gözleriyle delip geçtin hep. Jilet gibiydin. Dünyanın en keskin sözleriyle eleştirdin. Senin kuralların öyleydi. Doğru bildiğini yaptın. İyi de yaptın aslında. Kendi ayaklarım üstünde durmayı öğrenemezdim.
HER BABA İBRAHİM OLAMIYOR
Berrin Karakaş (Yazar)
Köklerinde, tepelerden ovaya inildiğinde kaybolmuş bir tarihin saklandığı babam, dağla ovanın, köyle şehrin, sanat musikisiyle türkünün, mantıkla şiirin, “modern”le geleneğin, Hacivat’la Karagöz’ün arasında durur. Biri, özlemidir diğerinin… Babam bende hepsinden ziyade, mantığın ve şiirin sesidir. İkisini bir arada tutmayı başarmasıyla kahramanım, mantığın sesini bir tokat gibi yüzüme çarptığı zamanlarla düşmanım, cebime yazdığı şiir gibi mektupları koyduğunda canımdır.
Son romanım Üç Noktalar Sarayı bugüne kadar yazdığım en zor kitaptı. İçinde babam vardı. Çok ağladım. Çok ağlattı babamı Üç Noktalar Sarayı. Dostoyevski gibi öldürecektim ben de babamı. Kafka gibi yüzleşecektim. Üzerime tebelleş olmuş o memur ruhu temizleyecektim. Kafka’nın babası kadar “kötü” olsaydı babam kuşkusuz daha rahat edecektim. Oysa babam, Oğuz Atay’ın babası gibi iyi de bir adamdı.
Yazıya evladını seve seve kurban edecek baba var mıdır bilmiyorum. Anca peygamberler o kadar babalıklarından geçebiliyorlar gibi geliyor bana aşk uğruna, inanç uğruna… Her baba, İbrahim olamıyor.
KENDİMİ MOTORDAN ATINCA BABAM BİR İYİ AZARLADI BENİ
Cihan Aktaş (Gazeteci)
Babam, yaşadığımız kasabanın epey uzağına düşen bir değirmenin yanına tavuk çiftliği kurmuştu, bu çiftlikte bekçilik yapmak üzere kardeşlerimle birlikte beni de sırayla her gün motosikletiyle bu çiftliğe götürüp bırakıyordu. Çiftliğe giderken bir keresinde yanıma bir torba elma ve Rüzgar Gibi Geçti’yi almıştım. Bir virajda kucağımda bulunan kalın cilt, elma torbasıyla birlikte hızla fırladı ve yolun kenarındaki yokuştan aşağıya savruldu. Babam sesimi duymuyordu, elmalar yuvarlanarak etrafa dağılmıştı, kitap giderek uzaklaşıyordu benden, elmaları umursamıyor, ama kitabı yitirdiğimi düşünüyordum. Kitap olmadan bütün gün çiftlikte ne yaparım, gibi bir soru da geçmiş olmalı ki aklımdan, kitaba ulaşmak için kendimi motosikletten attım. Dizlerim kanayarak da olsa kitaba kavuştum nihayet, ama babam bir iyi azarladı beni.
BELKİ DE O, 51. YÜZYILA AİTTİ
Bilge Egemen (Televizyoncu)
Babam berbat bir dansçıydı. Ve fakat gelin görün ki dans etmeye bayılırdı. Tango, vals, salsa, ça ça, polka, swing, rock’n roll ve daha yüzlerce dans türünde en iyi olduğunu (Michael Jackson da kimmiş?) iddia eder ve bırakın dansını, sırf bu iddiası bile bizi güldürmeye yeterdi. Çocukluğumuzun 2 saati diş fırçalamak, 362 bin saati onun danslarını taklit etmekle geçti. Tabii gülmekten karnımıza ağrılar gire gire. Kimbilir belki de biz çok atgözlüklü tutuculardık ve onun dansları bu zamana değil, 51. yüzyıla aitti.